Türkiye'de şu son dönem dini hayatına önemli katkılarda bulunmuş bir çok insan var. Bunlardan biri var ki, eğitim aşkıyla gurbet ellerine gitmiş, memleketine döndüğünde ise görev aşkıyla vatanı ve dini uğruna en ön saflarda yer almıştır. Tek korkusu Allah olan mert bir adam. Ben bu asil adamın torunu Mustafa Runyun. Şimdi size dedem Mustafa Runyun'un hayatını ve davasını anlatacağım.
Kaşıkçı Ali Rıza Efendi'nin oğlu
1917'de Konya'da doğdu. Babası, Konya'nın Hadim ilçesi Alata köyünden gelerek Konya Merkeze yerleşmiş olan Kaşıkçı Ali Rıza Efendi'dir. -Bu zat meşhur Nakşibendi Şeyhi Erbilli Esad Efendi Hazretleri'nin Konya halifesi olan alim ve fazıl bir zat imiş-. İlkokulu ve hafızlığını memleketinde tamamladı. Devrin zor şartlarının dayatmasıyla babası ile Medine'ye hicret etti. Daha sonra tahsilini tamamlamak amacıyla Mısır'a El Ezher üniversitesine gitti. Üniversiteyi bitirdikten sonra İslam Hukuku İhtisas'ı (hakimlik ihtisası) yaptı. Mısır'da bulunduğu süre içerisinde ilim hayatına devam ederken bazı zamanlar ufak çapta ticaret de yaptı.
Ezanla yurda dönüş!
On iki, on üç seneye yakın orada kaldıktan sonra ilim tahsili bitmişti. Bu arada ezan seslerini sadece Türkçe ve kısık bir sesle duyan Türkiye üzerindeki baskılar azalmış ve o şanlı çağrı tekrar orijinal dilinde okunmaya başlanmıştı. Bu bir umut ışığı oldu dedemin gözünde. Yeni bir geleceğe umutla bakmaya başladı; Türk insanına kaybettiklerini geri kazanmaları için vatanında kalmaya karar verdi. Peygamber yurdu Arap topraklarına dönmek yerine... Herşey eskiye dönmeye başladığında ise din neredeyse unutulmuştu. Mustafa Runyun hemen kolları sıvamıştı. Bu iş için esas olarak üç şeye ihtiyacı vardı: iman, ilim ve dil. Bu üçüne de sahipti. Önce Diyanet'e girdi. Sonra Ankara'da Hacı Bayram Veli Cami'nde İmam hatipliğe başladı. Sonra radyolarda dini sohbetler yaptı, dergi çıkarttı, bir dönem Necip Fazıl'ın da yazdığı Bab-ı Ali'de Sabah gazetesinde yöneticilik yaptı fakat orada insanlara fazla yararlı olamadığı düşüncesiyle ayrıldı.
Milletvekilliğinden Yassıada'ya!
Sürekli çalışma aşkıyla yanıyordu. Milletvekili olmasını istediler, onu da kabul etti. Ne yazık ki 60 darbesinin kurbanlarından oldu. Hak etmediği halde onu da Yassıada'ya lâyık gördüler. Bu iki buçuk sene içinde orada yatan koğuş arkadaşlarının unutmadığı en önemli anı da bir çok kişinin bildiği ezan okuma hadisesidir. Yassıada'daki son gece bir yere çıkar ve orada ezan okur. Bu ezan hayatta kalacak olanların hatırlayacakları en önemli anı olarak beyinlerine kazınır. İki buçuk haksız sene ve mahkemelerden sonra özgürlüğüne kavuştu ama çoğu şey eskisi gibi değildi. Hapisten çıktığı için siyasal suçlu ilân edildi ve mesleğini icra etmesine engel olundu. Ama 60'lara kadar çok çalıştı, çok uğraşlarda bulundu. Bu sayede tanıdıkları ve sevenleri arttı. Ve tanıdıkları onu bu zor döneminde de yalnız bırakmadı. Onda ise bütün bu olanlara rağmen insanlara yararlı olma azmi ve çalışma isteği hiç tükenmemişti.
Kader yayınevini kurdu
Kitaplar çevirdi, Kader Yayınevi'ni kurdu, yeni açılan İmam Hatip Liselerine destek olmak için müdür yardımcısı olarak çalıştı. İşte onu yalnız bırakmadılar dedim ya; henüz daha yeni açılmış olan Şişli Cami'nde sırf onun için kadro talebinde bulundular. Orada Baş İmam oldu. Uzunca bir süre oranın İmam-Hatiplik görevinde bulundu.
1964'te siyasal suçları kaldırdılar. Yeni bir dönüm noktası oldu bu dedem için ve bu sayede eski mücadelesine daha süratli bir şekilde devam etti. 1969 yılındam meşguliyetlerinin içerisine Yüksek İslam Enstitüsü'nde öğretim görevlisi olmayı da ekledi ve bütün birikimini öğrencilerine nakşetmeye devam etti. Yaklaşık 1981 yılına kadar orada çalıştı ve oradan emekli oldu.
Ticarete yanaşmadı!
Akrabaları bazen ona “Gel bizim yanımızda ticaret hayatına gir.” teklifinde bulunmuşlardı. Fakat dedem her defasında ilim yolunda olmanın kendini daha mutlu ettiğini ve bu yolu daha gerekli gördüğünü belirterek bu teklifleri reddederdi.
Ömrünün son dönemlerinde yavaş yavaş fani bedeninin gücü, parkinson hastalığı ile tükenmeye başladı. Fakat asla mücadelesine ara vermedi. Hep devam etti. Yavaşlayan bedeni, dinç zekasına neredeyse hiç mani olamadı.
Tam bir Osmanlıymış!
Yıl 1988'e geldiğinde ise dünya hayatı yavaş yavaş ondan çekilmeye; o da kendini ondan uzaklaştırmaya başladı. Babaannem anlatır ölmeden biraz önce “Cennetten bu dünya kadar yer ihsan edildiğini gördüm” demiş bir kere. Bir müddet sonra da hakkın rahmetine kavuşmuş. Vefat ettiği zaman geriye birkaç önemli eser, ondan feyiz almış bir sürü öğrenci ve bir çok ahbap bırakmış.
Hayatı boyunca kişiliğinden taviz vermeyerek yaşamış ve köklerinin kendisine bıraktığı o asalete her zaman sadık kalmıştır. Onu görenler onun için her zaman “Tam bir Osmanlı'ydı.” ifadesini kullanırlar.
İmanı çok kuvvetliydi. Bu nedenle israfa kaçmamak için elinden geleni yapardı. Bir diktirdiği giysiyi uzun zaman giyerdi. "Kıyafet al!” diyenlere: “Biz bu dünyada harcarsak öteki taraf için hakkımızı kaybetmiş oluruz” dermiş.
İmanından kaynaklanan bir mücahitliği vardı. Arabistan'da ki huzurlu din ortamı yerine Türkiye'de ki karmaşayı seçip cedelleşmek istemişti. Şişli'ye yerleştiğinde kızı: "Babacığım buradaki insanlar bizim gibi değil, burada çok rahatsız oluyoruz. Şişli'ye neden geldik. Amcamlar gibi Arabistan'da kalsaydık.” dediğinde: Kızım orada kalıp bir şehit sevabı almak yerine burada kalıp yüz şehit sevabı almak istemez misin?” dermiş.
Kitap ve zaman: Bunları çok önemsermiş!
Kültürel birikimi çok yüksek bir insandı. Eğitimi boyunca Arapça'yı öğrenmiş, inkılaplardan önce ilkokulda okuduğu için de Osmanlıca'yı. Cezaevi yıllarında Farçası'nı geliştirmişti. Kitaplara çok değer verirdi. Sahaflar meskeni olmuştu çoğu zaman. Parasını iki şeye harcamak isterdi: Kitap ve zaman. Babaannemin aktardığı kadarıyla “Zamanı para ile satsalar paramı ona veririm” dermiş. Çok fazla işi ama çok az zamanı vardı.
Şimdi fanideki son hanesinde, Sahrayı Cedid'de kabir rüyalarında kendisi. Allah rahmet eylesin.
<0YORUM: