Üsküp Notları
29 Kasım 2007
Üsküp"ü bazı arkadaşlar Bursa"ya benzettiler. Sırtını dağa vermiş, dediler sonra. Tabii öyle etraflıca bir gözlem yapmak için iki şehri de iyi bilmek gerekiyor. İki şehri görmek bana da nasip oldu ama öncelikle Üsküp bir kıyas yapmaktan ziyade orada kalmış bir mirasın bu günkü halini temaşa ve geleceği tasavvur etmek düşüncesini hatırlattı. Şehri genel bir gezinin verdiği imajla ne kadar tanıyabildim acaba? Zaten şehre girince yoğun bir sis tabakası karşıladı bizi. Sanki bir hoş geldiniz töreniydi ve işte görün halimi gibi oldu bir yerde. Öksüzlüğün, yetim kalmışlığın, terkedilmişliğin ne kadar büyük acılar vermiş olduğunu, bu terkedilmişliğin verdiği hüzünle neler çektiğini yüzümüze haykırır gibi o puslu - sisli havasını yaydı şehrin üstüne...

Biz bir şairler kafilesi olarak belki tek tek düşüncelere sahip olduk ama bana kalırsa Üsküp bize esaslı bir ders vermiş oldu… Bu yıl Türkiye Yazarlar Birliği tarafından yedincisi yapılan Türkçenin Uluslararası Şiir Şöleni vesilesiyle 21 Kasım Çarşamba günü yola çıktığımda asli bir merakın beni sarıp sarmaladığını itiraf etmeliyim. Tam 520 yıl bir Osmanlı şehri olarak yaşamış olan Üsküp"ü görecektim. Nasıl bir şehirdi, neden bu kadar önemliydi, şehrin konumu nasıldı, orada bulunabilecek ve orada ezan sesini duyabilecek, camilerinde namaz kılabilecek miydim? Bunlar ve daha başka coğrafi meraklarımla birlikte çıktım yola...

Üsküp"te Büyük İskender havaalanına indiğimizde saatlerimizi bir saat ileriye almakla başladı meraklı yolculuğun hikâyesi. Evladı fatihan ne kadar bir çileye açmıştı kapılarını acaba? Dışarıda heyecanlı bir bekleyişle hiç de yabancı olmayan seslerin geldiğini duyunca bir başka oldu içimiz. Birlik Köprülü Folklor Ekibi yörenin folkloruyla karşıladı Türkiye"den ve diğer Türkî Cumhuriyetlerden gelen şairleri. Hava açık. Daha sonra şehre doğru hareket edilecek. Şehir yaklaştıkça sisin arttığını görmek hayretimizi artırdı tabii. Bir kaç gün önce hava çok güzelmiş Üsküp"te. Demek ki bu da bir karşılama şeklidir. Bir tavır sergilemektir. Küskün, incinmiş bir tavır. Bizimse kızmaya, alınmaya hakkımız olamazdı doğal olarak. Çünkü buraları terk eden bizdik. Çünkü adamlar Vodna Dağına uzaklardan görülebilecek şekilde uzun bir haç dikmişler...
*
Üsküp"te kaldığım süre içinde yalnızca Cuma günü dağıldı sis. Sanki haydi gidin de görün halimi der gibi bir serzenişti. Belki de şerefle direndiğini göstermek içindi. Eminim “Sisler Bulvarı” şiirinin şairi bu sisli günleri yaşasaydı daha başka şiirler yazardı. Cuma günü öğleye doğru şairimiz Arif Dülger ile vurduk yola. Doğruca Müslümanların yaşadığı semte doğru yürümeye başladık. Minareler gösteriyor zaten. Çarşı desen bizim eski çarşı. Caddenin kenarında dizilmiş, yerde sebzesini koymuş satmaya uğraşıyor insanlar. Daha ziyade pırasa ve lahana var önlerinde. Öbek öbek bir şenlik uzanıyor önünüzde. Burada daha çok Arnavutlar yaşarmış. Zaten camilerden birinde Türkçe vaaz veriliyormuş. Diğer camilerde Arnavutça vaaz veriliyor.
*
Yola koyulduğumuzda ilk uğradığımız camii İshak Bey (Alaca) Camii oldu. Sonra caddenin karşı tarafına geçip Üsküp"te 1451 yılında yapılan II. Sultan Murat Camii imamı Liman İsmail efendiden Türkçe olarak bilgilendikten sonra Yahya Paşa Camiine doğru yola çıktık. İnsanlar camii içinde saf oldular. Hoca efendi Arnavutça olarak heyecanlı, hareketli ama anlaşılır bir telaffuz ile vaaz ediyor. Pür dikkat kesiliyorum. Acaba anlayacağım bir kelime telaffuz edecek mi hoca efendi. Ediyor tabii. Cemaati Müslim"in, deyince, bir hoş oluyor içim. Allah, Resulullah, Kur"an ve daha başka anladığım kelimeler dökülünce hoca efendinin dilinden içim sevinçle doluyor. Camii doluyor. Genç insanlar umut aşılıyor adeta gönüllere…
*
Üsküp"e Makedonlar Skopje (Skopi) diyorlar. 23 Kasım 2007 günü Cuma namazını kıldığım Yahya Paşa Camii cemaati beni çok umutlandırdı. Her yaştan insanın ibadet için geldiği bir camii. Anlaşılan bu semtin sakinleri Arnavut Müslümanlardan oluşuyor. Bir kaç sakallı genç ile konuşmaya çalıştım. İçlerinden biri biraz Türkçe biliyordu. Ayaküstü şöyle bir kaç laf edebildik ancak. Asıl meramımı, derdimi, merakımı konuşamadım doğrusu. Çarşıları zaten bizim tipik eski çarşılar gibi. Sanki orada bir şeyleri muhafaza etmek için bulunuyorlar. Üsküp"te, Türkçe, Arnavutça, Makedonca dilleri konuşuluyor. Üç dilli bir şehir oluyor böylece. En mağdur olanların ve nüfusu az olanların Türkler olduğunu baştan izaha çalışmıştı ilk günkü şehir gezisinde rehberimiz. Ama neticede bu Evladı Fatihan"ın hâlâ buralarda, bu terkedilmiş topraklarda direniyor olması önemli. Hem de çok önemli…
*
Aynen bizim eski tahta kaledeki çarşıya benzer dar sokaklı bir çarşının ve küçük camiin ortaya serdiği manzara ise kendini dosta düşmana karşı bir nostaljinin çağımızda yaşayan gerçekliği gibi sanki orada öyle bir hareketli zamanı barındırıyor vitrinlerinde. Alış veriş edenler, o küçücük dükkânların vitrinlerine baka baka aradığını bulmaya çalışanlar. Çeşitli, renkli giyecekler ve diğer eşyalar alıcılarını adeta davet ediyor. Yani kendini kendinde bulan bir yaşama tarzını sürdürüyorlar orada. Zaten geceleyin çay içmek için şair arkadaşlarla gittiğimiz Türk Çarşısındaki kahvede de bariz şekilde bir kendini yaşama durumu vardı. Bizim kahvehane idi yani. Türkiye – Bosna Hersek milli maçını da bu kahvede izlemişler arkadaşlar. Tabii böyle olunca da bu mekân bizim mekân deyip dalmışlar içeri. Hatta benim de bulunduğum gece Yahya Kemal üzerine adeta bir panel havası içinde tartışmalar yapıldı. Bazı şair arkadaşlar Yahya Kemal üzerine bir hayli ateşli konuşmalar yaptılar. Bendeniz de bunlardan faydalanmış oldum. Her ne kadar bazı şair arkadaşların yoğun sigara içmelerinden dolayı rahatsız olduysam da bu rahatsızlık gecenin önemi karşısında uçup gitti. Bir de dikkatimi çeken duvarlardaki Türk Futbol takımlarının posterleri oldu ve ayrıca Sultanahmet Camiinin minareleri arasında kurulmuş rahlede Kur"an okuyan tesettürlü kız çocuğunun resmi…
* 
Üsküp'ün Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altına girmesi 1389'da olmuş. Bu tarihten itibaren bir sancak merkezi yapılan Üsküp, Fatih Sultan Mehmet tarafından Rumeli Beylerbeyiliği'ne bağlı eyalet merkezi yapılmış. Ayrıca Üsküp"ün bir özelliği ve önemi de Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir yönetim ve ticaret merkezi olması imiş. Üsküp"e vardığımız ilk günün şehir turunda meşhur kaleye de çıkmıştık tabii. Oradan Vardar nehrini seyretmiş, Taş Köprüye hüzünle bakmıştık. Kale zemininde kazılar yapılıyordu. Güya orada bir kilisenin kalıntılarını arıyorlarmış da oraya kilise yapacaklarmış. Kalede elbet bir tarih var, bir ecdat izi, bir secde izi elbette var… Orada su içmek de varmış nasipte...
*
Türk Çarşısı olarak ünlenen semtte şairimiz Arif Dülger ile ikindi namazını Murat Paşa Camiinde kılıp orada İslam"ın evrensel huzurunu yaşamış olduk. Beni hayrete düşüren cemaatin neredeyse camiinin dışına taşacağı oldu. En arkada giriş kapısının yanında namaza durdum. Cemaat dağıldıktan sonra camiinin dışında müezzin efendiye sordum, her zaman bu kadar cemaat oluyor mu diye. Güzel bir İstanbul Türkçesi ile evet dedi, cemaatimiz böyledir. Cuma namazlarında meğer dışarıya taşıyormuş cemaat...

Üsküp"te üç tarz hayat bir yapı oluşmuş. Makedon, Arnavut ve Boşnaklardan oluşan bir yapı… Eski Üsküp ve yeni çarşılarla, yüksek binalarla donatılmış Üsküp. Birbirlerine hiç benzemiyorlar. Arif Dülger ile yürüyerek Taş Köprünün üzerinde tefekkür ederek, geçmişi anarak, geleceği düşünerek Vardar nehrini seyre koyuldum. Hayat akıyor. Taş Köprü insanların oradan geçmesi için sabırla bekliyor. Gençler, yaşlılar, çocuklar ve gezginler geçip gidiyor üstünden. Yapılış planında on üç gözü olan bir köprü iken onu da deforme edip üç gözünü kapatmışlar ve şimdilerde on gözlü bir köprü olarak Üsküp"ün bağrında bekliyor. Şehrin tekerlekli taşıtları diğer köprüden gidip geliyor. Vardar nehri öyle coşkuyla değil kendi kaderinde akıyor... Burada bir şey var. Burada bir sır var mutlaka. Bu Vardar nehrinin üzerine yapışan hüzün müydü, kırgınlık mıydı, yoksa bir ayrılığın verdiği yalnızlık duygusu muydu? Ama her şeye rağmen Vardar nehri kendi yatağında akmaya devam ediyordu…
www.dunyabizim.com
<0YORUM: